Beyrut

Vaat edilen topraklardaki Beyrut

Birkaç yıl önce, Tevrat’ın doğup Musa’nın son nefesini verdiği Ürdün’ün Nebu dağından, uzaklarda ki vaat edilmiş topraklara bakarken ileride yeşil bir ışık, hayal de olsa gözümü almıştı!
On binlerce yıl önce ise, İbrahim’in oğulları daha yaşanabilir bir hayat adına çölleşen Mezopotamya’dan aşağı Nil yataklarına göçerken Firavunlara köle olmayacakları için daha şanslı bir grup Bekaa vadisinde ki yaşamı beğenmiş, oralarda kalmışlar. Ve yüzyıllar boyunca bu bereketli toprakları ekip biçerek sahip oldukları egemenliklerini büyük bir zenginlik içinde sürdürmüşler. Bealback çevresinde gözlerden uzak mesut mutlu yaşarlarken yüzyıllar sonra Vaat edilen bu topraklara dönmeye karar veren ellerinde Tevrat ile Musa’nın çocuklarının çevrelediği baskılardan sıyrılmak için Byblos’da İncil’i yaratmışlar!

100 yıl önce yaşadıkları toprakları vatan olarak kabul edemediklerinden Osmanlı’nın içine düştüğü durumu kendilerine bir fırsat zannedip bir dizi ayaklamanın ardından acz içinde kalıp, yaşadıkları yerlerden üç beş asker eşliğinde çıkarıldıkları zorlu tehcir yolculuğunda kimisi eşkıyalar tarafından kimisi zorlu yol şartlarından Anadolu topraklarında telef olsa da bir kaç Osmanlı Ermeni’si Bekaa’nın eteklerine, Beyrut’a gelmişler.

10 yıl önce üstü açık bir Mustang’ın kırmızı deri kaplı ön ve arka koltukların sırt kısımlarına oturmuş, omuzlarını açıkta bırakırken göğüslerini dışarı fırlatmış streplez bluzlu ve kalçalarını sım sıkı saran siyah mini etekli bir kaç kumral kız ile ön koltuklarda kızların çıplak bacaklarına yaslanmış kafaları dazlak, kolları dövmeli, keçisakallı bir kaç esmer genç erkek, bir ellerinde sigaraları diğer ellerinde fotoğraf makineleri ile bir kaç saat önce patlayan bombanın etkisi ile havaya uçmuş bina ve sokakları fotoğraflıyorlar. Ölümün kol gezdiği bu sokaklarda, bir savaş filminin platosunda gezinirmişçesine rahat dolaşıldığını gösteren tek kare bu fotoğraf, gazetelerde manşetten verilmişti.

Aynı karenin konudan uzak da olsa dip bir köşesinde, yıkılan duvar yanında bir çift öpüşüyordu...

Binlerce yıldır, vaat edilen toprakları ele geçirme mücadelesi veren Musa’nın evlatları ile çarmıha gerilen İsa’nın yandaşlarının kavgalı komşu olarak yan yana yaşadıkları bu topraklarda, yakın yüzyıllarda etkinliğini arttırmaya başlayan Muhammed’in müritleri şimdi başka kılıklarda 5 milyon insan, iç içe, barış içinde yaşadıklarını iddia etseler de 2005 yılının soğuk bir Şubat günü, Beyrut’ta bir bomba daha patlamış 1 ton TNT ile St. Gorges oteli ve Refik Hariri yok edilmişti...

-------- & --------

Şimdilerde Hariri’nin mi Hizbullah’ın mı yoksa 100 km aşağıdan patlayan bomba sesleri ile Netahyahu’nun mu olduğunu ya da olacağı pek bir tartışma konusu olan Beyrut’un uluslararası havaalanın kapsından çıkarken, bir yandan “Yoldaki yaşam” adına neler yaşayacağımın heyecanın içimde hissediyor, diğer yandan da dedeleri 1915 Ermeni göçünde Sivas’tan buralara zorla getirttirilmiş Ermeni bir ailenin en büyük oğlu arkadaşım Varten’i gözlerim arıyor.

Saat sabah 3’ü... Bir hafta sonuna sıkıştırmaya karar verdiğim Lübnan gezimde kaybedilecek bir saniyemin dahi olmadığından yorgun olmamak için uçakta iki de vitamin yutmuştum. Uykum yoktu. Sabahın bu saatinde uçağımızı karşılamaya gelen bir kaç insan arasında iri cüsseli Varten, güler yüzü ile yanaklarında terler akarken beni karşılıyor.

Memleketten alışık olduğumuz öpüşme tarzını 2 yerine 3 defa yapıp sarıldık birbirimize. Suratından akan terleri gösterip, geç kaldığını, kardeşinin akşamüzeri evden çıkarken nüfus kâğıdını almadan çıktığını, sabahın bu saatine kadar kaldıkları Beyrut’un o pek meşhur eğlence hayatının merkezlerinden birinden nüfus kâğıtsız eve dönemeyeceği için yolda sık sık yapılan kontrollerden birinde yakalanıp da hapse girmesin diye Varten kardeşine nüfus kâğıdını götürürken bana da yetişmenin panikliğinde terlemiş.

Çok bildik tanıdık geldi bu kontrol ve nüfus kâğıtsız sokaklarda gezinememe yaklaşım... 25-30 sene önce, kontrol noktalarında dura kalka İstanbul’un bir yakasından diğer yakasına giderken, bir askerin dur ihtarını duymadığı için vurulan onlarca insanın haberi arasında büyümüş birisi olarak Varten’e hak veremezlik edemedim.

Varten hala bir yandan kardeşine kızıyor bir yandan da bana, askerlerin bu kontrolü yapmaları gerektiğini, yoksa iyi ile kötüyü nasıl ayırt edebileceklerini, ülkenin huzurunu sağlamaya çalışan bu Askeri yönetime yardımcı olmak gerektiği tekrar edip duruyordu.

Sustum... Gezdikçe gördükçe dünyada nüfus kâğıtsız da gül gibi bir arada yaşayıp geçinen insanlar olduğunu, bu kontrollerin senin benim için değil de başkaları için olduğunu, beklide bu kontroller olmasa dünya daha da mutlu bir yer olabildiğini söyleyemedim…

Varten, bir yandan ailesine maddi yardım etmek diğer yandan kardeşlerini evlendirmek bir diğer yandan da kendisine uygun bir kız bulamamanın derdinde… Geçim zorlukları, elektriğe, suya zırt pırt gelen zamları, bir devletin, bir özel sektörün kendilerini soyguncu gibi yolmasını, Beyrut açıklarında bulunan petrol yataklarının kaymağını da daha çıkmadan paylaşmaya çalışan politikacıları, bir ortak Lübnan inancı yerine bugün sayıları 17’e ulaşmış farklı mezheplerin yaşadığı farklı dinsel inançlar etrafında toplanmaya çalıştıklarından bir türlü etkin bir güç oluşturamayan Lübnan halkının yaklaşımlarını sohbet ederken ne kadar da bize yakın bir toplum olduğumuzu düşünüyordum. 500 bin Ermenin yaşadığı Beyrut da bir Ermeni Mahallesi olan Bourj Hammoud de olmamız rağmen bir kaç sokak ileriden gelen hafif bir ezan sesi ile sabahı ettiğimiz fark edince kafamızı koyduğumuz yastıklara gömüp uykuya daldık.

Sabah, aynı sokakta bulunan bir Ermeni kilisesinin çan sesine ve evin diğer bir odasından gelen Türk kahvesinin keskin kokusuna uyanıyorum. Dar uzun bir balkona sığdırılan bir kaç tabure üzerinde sabah keyfi yapan Varten’in annesi ve babası, sert ve şekersiz kahve eşliğinde sigaralarını tüttürürlerken benim uyandığımı görünce kendileri ile tanışmasak da, çok ama çok uzaklardan gelen bir akraba samimiyeti ile bana gülümsediler. Ve daha yarı kapalı gözlerimi ovuştururken hasret kaldıkları memleket sohbetine başlamak için neredesin, kimlerdensin sorularını sormaya başladılar…

Bir ara iç çekti annesi. Sivas’tan dedelerinin tehcir edilmesine çok üzgünler. Ve yaşadıkları bu hayata karşı pek bir kırgınlar. Bir yandan Osmanlı’ya yanlış yaptıklarına inanırlarken diğer yandan başkalarına kanarak yaptıkları taşkınlıklardan dolayı o zamanın Ermeni ayaklanmalarına ön ayak olanlara pek kızgınlar...

Yeni nesil Varten ve kardeşleri ise biz Türkleri sevmeleri dışında pek de yakındıkları bir durum yok. Lübnan vatandaşı olsalar da, Ermenistan’ın, dünya Ermenilerini bir arada tutma politikası çerçevesinde dağıttıkları Ermeni pasaportunu bir an önce alarak dünyanın başka ülkelerine daha rahat seyahat edebilmeyi ve Ermenistan’ın dünya üzerinde daha etkin bir ülke olmasını dilemekten başka pek de bir şey dilemiyor gibiler...

Mahalleye yeni gelen ve Türkçe konuşan birisi olarak sayemde balkonumuz diğer komşuların gözdesi. Balkonlarda panjur yerine eve güneş girmesin diye gerilmiş geniş perdeler Ortadoğu’da ki yaşam yorgunluğunu gösterircesine siyahlaşmış. Uzaklardaki çöl kumunun kirliliğinin yapıştığı perdelerin salındığı, 3 metre uzaklıktaki karşı balkonlarda oturanlarla pek samimim bir halde sohbetimizi yapıyoruz.

Ermeni mahallesi Bourj Hammoud da, tüm dünya tarafından kabul edilmiş bir Ermenistan’a ulaşmanın özleminde, her balkondan sarkan Ermeni bayraklarının eşliğin de ama elimizde Osmanlı işi fincanlarla Türk kahvemizi yudumlayıp dipte kalan yoğun telveyi de sürekli bizim kanalları izlediklerinden, bizim dizilerin artistlerinin yaptıklarına gülerek midemize indiriyoruz.

Kendimize gelince Varten’in babası ile kahvaltımız için, tek bir fırıncının çalıştığı mahalle fırınına gidip zahterli (bir çeşit kekik) ve peynirli pideler alıp geliyoruz. Karınca kararınca bir kahvaltı ardından dar ve dik basamaklı, çok ama çok eski, dış duvarları kurşun delikli ve boyası savaş zamanından bu yana ellenmemiş binadan çıkıp, Varten çalışmak için bizim İstanbul’un meşhur AVM’si Cehavir’i gibi Beirut Souk ‘un yolunu tutuyor.( http://www.beirutsouk.com/) Beni de bir dolmuş’a bindiriyor.

Varten’in çalıştığı yeri internetten gördüğümden, gitmeden önce biraz daha faklı bir yaşam içinde olacaklarını farkında olmadan umduğumdan, Varten’in bu 2 faklı yaşamının bende yarattığı şokunu daha tam algılayamamıştım. Bindiğim dolmuşta sağa sola bakarken birkaç başka Ermeni ile karşılaşınca ve hepsinin bana “Günaydın, Hoş geldin Beyrut’a” demesi ile şaşkınlığım bir kat daha artıyor.

Beyrut da dolmuş ile her yer 1000 LBP (0,75$). Ve dolmuşların yol güzergâhı araç içine daha önce binmiş yolcuların güzergâhı ile belirleniyor. Hani Aksaray’dan Şişli’ye gideceksiniz ama yolda birisi durdurup “Kasımpaşa” deyince adam da “Tamam atla!” diyor, dolmuş önce bir Kasımpaşa’ya inip çıkıyor sonra başka birisi için Cihangir’e sapıyor oradan Fındıklı üzerinden Gümüşsuyu, Taksime derken sonra Maçka’ya ve ardında Şişliye geliyor gibi. Her önüne gelene atla dediklerinden sizin yolculuğu biraz uzun oluyorsa da sizi yolda bırakmıyor…

Çok ender birkaç kez seçtiğim güzergâh şoföre ters gelince beni bir yere kadar götürüp, başka dolmuşa bindirip devam ettirdi. Arapça bilmeseniz de insanlık lisanı olan el-kol işaretleri ile çat pat İngilizce ya da Fransızca ile Lübnan da gezinmek için yeterde artar bile.

Haaa benim gibi aklınız bir karış hava da değilse, Beyrut ve çevresinin önemli yerlerini günlüğü 100-150 $ arasında bir lüks taksi tutarak da gezebilirsiniz de bana değil özel taksi, sokak taksisi dahi uymaz deyip Varten’in beni bildirdiği dolmuştan bir merkezde inip “Corniche” deyip bir başka dolmuşa kendimi atıyorum.

Araç içinde bulunduğum yeri anlamak için elimde ki haritaya bakılıyorsam da şoför, diğer yolcuları başka mahallelere götürdüğünden bir o sokağa giriyor bir o sokaktan çıkıyor. Bende Beyrut da bir araç içinde kayboluyorum.

Tam istediğim gibi… Hani Ortadoğulu filmlerden bilenler bilir, tozlu sokaklar da yıkık, dökük binalar arasında ve boyaları dökülmüş, iç döşemeleri yırtılmış, jant kapakları olmayan siyah kabak lastikli, düz kontak yapılarak çalıştırıldığında elektrik kabloları direksiyon altından sarkan 1960 model bir yeşil Mercedes içinde…

Yol kenarlarında ki binalara bakarken yanımızdan geçen 13 metre uzunluğunda ki siyah bir Hummer içindeki iki bay ve bir bayana ben pek bir şaşkın bakıyorum Dolmuş indekiler ise hiç ama hiç umursamadıklarından yola bakınıyorlardı.

Yan yana duran zıtlıkların bu kadar yakın yaşamasında korkuyorum. Hepsinin içinde insan dolu ama birisi kurşun deliklerinden nerede ise yıkılacak halde diğeri saray yavrusu şeklinde iki zıt bina yan yana göze çarpıyor. Hani her ikisinde de yaşayanlar var ve her ikisinden de çıkanlar de aynı sokağa adım attıklarından bu Beyrut havasını soluyup, farklı araçlara binerek gittiklerinden, bu kadar zıtlık içinde nasıl bir birlerinden imrenmeden ya da acıma duymadan yaşayabildiklerinden şüpheliyim.

Her birkaç sokakta da bir, bir kenara sinmiş tanklar ve tankları bekleyen güneş altında erimiş askerler sosyal iletişimin seviyesini, binaların içinden çıkanların kıyafetleri ise o mahallede yaşayanların dinsel inançlarını belli ediyordu. Daha çok Hizbullah’ın hâkim olduğu Müslüman mahallelerinden geçip Hıristiyanların yaşadığı diğer bir mahalleye adım atarken mahalle arasına yerleşmiş bu askerler sanki her biri aynı Tanrının çocuğu değilmişçesine dindar/dinsiz ayrımı yaparcasına Filistinli ile Lübnanlıyı ayırıyor. Bu askeri barikatlarda yavaşlayıp askerlerin araç içini kontrol etmelerine izin vererek ilerliyoruz.

Genellikle Hıristiyanlar daha zengin ve güzel kıyafetleri ile daha bakımlı ve lüks binalardan çıkıyorlar. Filistin göçmeni ya da Lübnan Müslümanları ise kurşungeçirmez yelek gibi ama delik deşik olmuş binaların kapılarında, pencerelerinde… Gördüklerim, Müslümanlığın fakirler için, Hıristiyanlığın ise zenginler için mi doğduğunu yoksa birisinin diğerinden 500 yıl önce doğduğundan bu dünyada daha çok şey öğrenip diğerine göre yaşama daha önce uyum sağladığını düşünmeden edemiyordum.

Denize doğru bizim İzmir de ki Kordon boyu gibi uzun bir sahil şeridi olan “Corniche” yakın bir yerde iniyorum. Corniche’in doğu başında Beyrut’u biz gezginler için en rahat gezmemize yarayacak kiralık bisiklet merkezi var. (http://beirutbybike.com) Saati 5.000 LBP olsa da sıkı bir pazarlıkla öğlene dönerim deyip adamla 10.000 LBP (7,5 $) anlaşıyorum.

Sabah sporları yapanlar kulaklarında walkmanlar, yanlarında köpekleriyle koşanlar, ayaklarında patenleri ile kaykaylarıyla kayanlar gırla gidiyor. Kimisi benim gibi bisikletli, çoğu yaya, birkaçı da son model arabalar içinde çıtsak çıtsak müzik eşliğinde volta atan hatırı sayılır bir kalabalık Corniche de sabah güneşinin altında ter atıyoruz.

Bizim bu halimize şaşan, sabah sabah da olsa ellerinde dondurmaları ile yürüyen yaşları 18 civarında pek bir çıtır kızlar ve kızların peşi sıra giden genç erkekler, sakin sakin yürüyenler, bayan sepetlerine benzer Beyrut simitlerini mideye indiren yaşları biraz ilerlemiş çoğu Hıristiyan Hamra’lı yaşlılar ve bir kaç başı örtülü Müslüman aileler sahile dökülmüş, Akdeniz’den yayılan mis gibi iyot kokusu altında yaşamın keyfini çıkartıyorlar.

Burası şu ana kadar gördüğüm Beyrut’tan apayrı bir yer. Sanki bir düğmeye basmışlar ve biraz önce ki savaş mahallesinde geçerken beni ışınlayıp bambaşka bir yere getirmişler gibi. Savaş buraya ya uğramamış ya da uğramış da el çabukluğu ile her şeyi birden düzeltmişler gibi.

Salına salına 3 km’lik sahil yolunda bisiklet üzerinde Güvercin (Rawsheh Pigeon Rock) kayalıklarına kadar pedal çeviriyorum. Güvercin kayalıkları deniz üzerinde 2 dik falez kaya parçası. Karşısındaki Rock Cafe’de ikinci bir sabah kahvesi yorgunluğumu alıyor ve beni kendime getiriyor.

Güneş yeterince tepemde... İçimden güvercin kayalıklarının masmavi sularına kendimi bırakmak geliyor. Ancak daha görülecek çok yerler var deyip aynı yoldan bu sefer Corniche’i batıdan doğuya güneşe karşı gidiyorum.

Corniche’in doğu başında Hariri’nin havaya uçurulduğu hala yıkıntı olarak duran St Gorges Otelinin önünden geçip Dowton’a doğru yöneliyorum

St Gorges Otelin yarısı yok olmuş hali içimi ürperti… 1 ton TNT’nin yolda patladığından ne yapabildiğini görmek ve bu görüntü eşlinde bir yaşam geçirmek, ölmeyi düşünmekten çok yaşama daha çok ve daha sıkı sıkıya sarılmayı, ölüme ulaşmandan önce daha çok sevmek ve sevilmek, dokunmak gerektiğini, hatta bunu her an yapmanın daha da gerektiğini bir kere daha hissediyorum.

Şimdi yıllar önce o gazete manşetlerine düşen, yaşam ve ölümün kendilerini yalayarak geçip gittiğini bildiklerinden her anı değerlendirmek istercesine öpüşen Lübnanlı çifti daha iyi anlayabiliyordum. Gözlerim onları ardıysa da göremedim ama kol-kola gezen çiftler binaların arasından geçip kayboluyorlardı.

Bir kaç yüz metre sonra Dowton’a yani buradakilerin deyimi ile Sollider'e ulaşıyorum. Yavaşlıyorum… Pek hızlı pedal çevirmemem gerekiyor buralarda. Nejmeh (Necmi) meydana açılan tüm cadde girişleri askerler tarafından araç trafiğine kapatılmış. Zaten sıcaktan biraz da yoruldum ama bisiklet sayesinde tabanvay gezinmekten çok daha hızlı yol aldığımdan keyfim yerinde…

Sollider tam bir yapay şehir. Varten’e sorarsan hırsız politikacıların çaldıklarından arttırdıkları ile yaptıkları süs bir mahalle… Parlamento binası, Grand Serial, büyük bir Roman hamamı ve eski Beyrut’un arkeolojik kalıntıları, Ömer Ali Cami ve daha niceleri…

Beyrut’un “Görmeden dönmeyin.” binalarının hepsi bu 500 m2alan içindeki tiyatro sahnesinde. Eğer kendinizi Lübnanlılar yerine başka ülkelerin insanları ile Lübnan’ı yaşamak ve anlamak isterseniz buralarda bir dizi sokak kahveleri ve barlarında çok keyifli dakikalar geçirebilirsiniz.

Ama Tunus’un Hammamet’in de ki yapay Medine’si ben de ne kadar anti-cazibe yaratı ise burası aynı yapaylık da bir his yarattı. Her şeye rağmen buralara kadar gelmişim, bu mekânlarda görülmeden dönülmeyeceklerden olduğundan, trafiğe kapalı sokaklarında turluyor ve Beyrut Müzesine doğru yol almaya başlıyorum.

Müze ulaşmam biraz zor gibi. Şu ana kadar bisikletle sahil kesiminde denize paralel giderken pek engebeli bir arazi çıkmamıştı karşıma. Ama Beyrut müzesi Beyrut’un iç kısmına doğru birkaç km içeride. Deniz seviyesine uzanan Anti-Lübnan dağlarının eteklerine kurulmuş Beyrut’ta içeri girmek demek tepe çıkmak anlamına geldiğinden müze yolu beni bayağı zorluyor…

Kan ter içinde yolda giderken birkaç asker tarafından da ters gözlerle bakınıp, sırt çantamda 1 ton olmasa da acaba birkaç kilo TNT taşıyor muyum endişesi ile süzüldüğümü hissediyorum. Hiç birine yaklaşmamış olmam onları rahatlatıyor. Tabi beni de... Ama her bir askerin elinin tetikte olması, her an bir şeyler olma olasılığını eşliğinde!

Beyrut Müzesinin sağ sokağından geçerken bir anıt buralarda ki tüm yaşamı anlatıyordu.

Büyük bir bina ve binanın çatısına iri harflerle kazınmış “ Beyrut Askeri Garnizonu”. Garnizonun bahçesinde 5-6 metre yüksekliğinde bir asker heykeli. Askerin başındaki çok kalın olduğu göreceli olarak iri yapıldığından anlaşılan kurşungeçirmez gibi duran büyük bir miğfer. Miğfer aynı anda askerin gözlerini güneşten de koruyordu. Askerin bir elinde tüfek ve parmakları tüfeğin tetiğinde. Diğer eli havaya kalkmış. Parmaklarının arasında sıkı sıkıya tuttuğu bir terazi ve dengede tuttuğunu gösterircesine kendinden emin, ileriye doğru uzatmış bir halde.

Bizim, elinde terazili Adalet Hanım buralarda eli silahla adalet dağıtan Mehmetçiğe dönüşmüş. Adaletin, silah gölgesinde askerin sağladığının en net göstergesi…

Bu heykeller arasında yaşayanlardan ne kadar demokrasi anlayışı beklenirse o kadar demokrasinin olduğu sokak üzerinden ilerliyor, ileride Filistinliler ayrılmış olan mahalleye girmeye korkarak ve tabiî ki girmeyerek kendimi Beyrut Müzesinin bahçesine atıyorum. Pek tabi ki bu halimi endişe ile izleyen müze korumaları beni uzaktan izlemelerine aldırmayarak…

Birkaç dakika soluklanınca, terimi Ortadoğu’nun sabah güneşinde kuruttuktan sonra müzeye giriyorum.

Beyrut da ilk yaşam felsefesini oluşturan Finikelilerin (Phoenicians) egemenliğinden bugünlere gelmiş. Biraz yaşlı ve tutucu Firavunlardan, biraz Kleopatra’un aşkı Sezar’dan, biraz Ortadoğu ve Asya fatihi İskender’den, etkilenerek bir yaşam süreci geçirmiş. Ama müzede dinsizlik, Yahudilik, Hıristiyanlıkla ilgili bir dizi konu karşınıza çıkmasına rağmen, Müslümanlık ezgilerinden pek bir eser bulunmaması biraz yakın çağa ihanet etmişçesine bir müze sunumu olduğunu gösteriyor. Lübnanlılar sanki ne Filistinlileri ne de Müslümanlarla bir arada bulunmak istiyor izlenimi yarattı bende.

Zaten açık açık, Filistin kamplarının Ürdün’den, Suriye’den atılıp buralara yerleştirilmesine pek bir tepkililer. Hani dünyanın son din temsilcileri olan Müslümanlar bu Lübnan’dan çıkarsa, yaşlı ve etkin bir yaşam süren Hıristiyan Lübnanlılar pek bir mutlu olacaklarmış gibi görünüyordu. Her şeye rağmen burası, her büyük şehirde görmeye alışık olduğumuz yapıda ve görülmeye değecek bir müze (http://www.beirutnationalmuseum.com).

Müzede dolaşırken vücudumda ki laktik asit soğuyunca tüm kaslarımda kaskatı oldu. Artık pedal çevirecek halim yok. Zaten Beyrut’ta görmek istediğim tek yer vardı. Oda Gemmayze’de ki esnaf lokantası “Le chef.” O da deniz hattına yakın. Yani bisikleti ile sallandım mı aşağıya tek pedal çevirmeden ulaşabileceğim yerde. Sabahki deniz havası ve bir de bu tepe yolculuğu beni acıktırmıştı. Şimdi ver elini Gemmayze…

Gündüz vakti eski mahallelerden birçok askeri kontrol noktalarından, yolda araba boyayan sokak tamircileri ile sohbet ederek, ona buna sorarak, bazen de bir Jaguar’a ya da bir Porche’e çarpmamak için bisikletin gidonlarına sıkı sıkıya yapışmış bir halde bir sola saparak ama en önemlisi Beyrut’u içime soluyarak Gemmayze’ye geliyorum.

Gündüz pek bir çekiciliği yok buranın. Daha çok yaşamın akşam doruğa ulaştığı bu mahallede “Le chef”de bol mezeli aperatifler ile öğle yemeğimi yiyip kiralık bisikletimi bırakıyor ve önüme gelen ilk dolmuşa “Jounieh” deyip atlıyorum.

Trafik felaket ötesi… Sanki akşam trafiğinde Mecidiyeköyden köprü geçişine girmiş gibiyim. Jounieh, Beyrut’un 20 km doğusunda bir sahil beldesi. Ama bu trafikte 1 saatten önce gidilemeyeceği için yemek sonrası araç içinde oturduğum koltukta biraz kestiriyorum. Burası için savaş zamanı Beyrut’tan kaçan Hıristiyanların kurdukları bugün nüfusu 200.000’e ulaşmış yeni Beyrut desek pek de yanlış olmaz. Tripoli’ye kadar giden otoban şeklinde yapılmış sahil yolu pek bir geniş.

Jounieh’de bir seyir tepesi var birde 2 katlı içinde göl bulunan bir mağara var... Seyir tepesinden 3-5 km kadar önce bir kavşakta dolmuş şoförü beni Jeita mağarasının tabelası önünde bir kavşak da indiriyor. Bundan sonra yolculuk mutlak kaçınılmaz şekilde bir taksi... 20 $’dan başlayan sıkı bir pazarlıkla 5 $’a anlaşarak yine 60 model bir taksiye ile 5 km kadar bir vadiden içeri giriyor ve Jeita mağarasına varıyoruz. (http://www.jeitagrotto.com)

Önce teleferik ile 2. katına çıkıp, mağara içinde 750 metre kadar yürüyoruz. Burası hayata ve doğaya imrenilecek kadar güzel ve büyük… Sarkıtların ve dikitlerin bu yaşamda oluşum süreçlerine bakarken kendi benliğimizin bu yaşamda ki var olma sürecinin kısalığı karşısında eriyip gidiyorum. Bir hiç olduğumu, birçok zaman beğenmediğim bir böcekten pek de bir farkım olmadığını hissederek küçülüyor ve neredeyse yok oluyorum. Hani milyonlarca yılda oluşmuş birkaç sarkıta deysem de onlar gibi yüz binlerce yıl var olsam diyerek mağarada tavandan akan suların altında ıslanarak geziniyorum.

Alt kattan gelen su seslerine merakımı gitgide arttırıyor. Traktörden bozma ufak bir tren ile içinde kayıklarla gezilebilinen bir gölün olduğu birinci kata gidiyoruz. Mağaranın içine girdikçe gürül gürül akan bir su sesi mağaranın duvarlarına çarpıp yankılanıyor. Biraz sonra bir mağara içinde bir dere yatağına geliyoruz. Sanki her şey bir hayal ürünü… Su seviyesi biraz azalmış ama hala çok kuvvetli. Mart, nisan aylarında mağara daha çok su ile kaplandığından gölün olduğu yere girilemiyormuş. Mayıs da gelmenin şansını yaşıyorum. Bir kayığa atlayıp akan suya karşı mağaranın içine giriyoruz.

Korkuyorum. Ölmeden mezara girmişlik gibi bir şey. Ya da kendimi İndiana John’da bir Firavunun mezarında hazine arar gibi hissediyorum. İleride bir kumsal var. Etrafın aydınlatılması ile kızıla dönmüş kumsal ve mağaranın tavanında sarkan 10’ar metrelik sarkıtlar arasından ilerliyoruz. Birkaç dönümlük genişliği olan mağarada daha çok kalmak istesem de rehber eşliğinde geldiğimiz yoldan sert akıntıya dikkat ederek 40 metre kadar yukarından sarkan sarkıtların aynı doğrultusunda oluşmuş dikitlere çarpmadan geri dönüyoruz.

Buraya başka bir araç yok. Tüm turistleri tur otobüsler ile ya da insanlar kendi arabaları ile geliyorlar. Benim gibi birkaç yalnız seyyahı yakalamak isteyen taksiciler ve beni bırakan taksi en azından bir 5 $ daha kazanacağını bilincinde kapı önünde sırada bekliyorlar.

Taksiler ile yola kadar gene 20$’a götürmelerinde ısrar edince en arka sırada duran beni getiren taksiye bir göz kırparak geldiğim paraya geri dönüyorum.

Bir teleferikle tepeye çıkıp, Marunîlerin, ellerini göğe açmış Meryem Ana kilisesine gideceğim ve yukarıdan Beyrut manzarası izleyeceğim.

Dolmuş şoförü, yine Beyrut-Tripoli otoyolunun üzerinde bir yerde indirip bana Arapça teleferik yolunu tarif etti ama ben adamın dediklerini anlamadığımdan, yoldan geçen teleferik hattına bakarak teleferik girişini buluyorum. Jounieh’de sahilde yan yana dizilmiş bir sürü ufak plaj var. Yoldan geçenler tarafından yüzenler görülmesin diye yeşil tentelerle kapatılmış bu ufak koylarda denize girmemek için kendimi zor tutuyorum. Burada ki hemen hemen her otel bir kumar ve egzotik turizm merkezi. Günün bu saatinde ve bu mevsimde hepsi kapalı ama yaz başlayınca Rus ve Moldavyalı, Ukranyalı sarışın bombalar buralarda Arap dünyasının eğlence merkezinde her şeyin dibe vurulduğunu, otellerin kapı önlerine koydukları erotik afişlerinden anlaşılabiliyor.

Benim anladığım Beyrut, ya da Lübnan hiç bir dönem tek başlı bir halk topluluğu olamamış. Hep bir geçenin üzerinde kaldığı, kendisinden yararlandığı bir toprak yapısında olmuş. Bugün 17 mezhebin yoğun bir din eğitiminde yaşadığı ve çocuklarını yaşattığı bu ülke topraklarında hala tutunacak tek dalın Allah ya da Tanrı ya da diğer adı ile Rab her şeyin başında geliyor. Ona ulaşan yollar farklı olsa da ulaşacakları tek gücün o olduğunu tüm Lübnan da yaşayanlar ruhlarının en derinliklerinde bu gücü hissediyorlar

Anti-Lübnan dağlarının yamaçlarında ki Harisa tepesinde Marunîlerin inşa ettikleri Meryem ana Heykeline ve 650 metreden görülen Beyrut görüntüsü sıcak yaz günlerinde kaçılacak en serin ve güzel bir yer. Arap ve Ortadoğu da serinlik denilince akla gelen ilk mekân her zaman dinsel alan olması bu topraklarda yaşayan keyfe düşkünlerin yaşamı kolay elde etiklerinden Tanrıya sık sık şükrettiklerini söyleyebiliriz.

Harisa tepesindeki kiliseden yayılan ilahi beni kendine çekiyor. Bir Hıristiyan ilahisini ilk defa Arapça dinliyorum. Ülkemde de dinlediğim Arapça dualardan da bir şey anlamasam da kulaklarımda kalan ilahilerimizin ses tonları şu anda duyduklarımla o kadar aynı ki, şaşırıp kalıyorum.

Burada bir Arap rahibin İncil’den okuduğu ve 50’ya yakın Marunî’nin hep bir ağızdan tekrar ettiği duaları dinlerken ben de kendimden geçmiş, oturduğum sedirde bir öne bir arkaya diğer Marunîlerle birlikte huşu içinde sallanıyorum. Onların gönlünden ne geçtiğini anlayamadım ama beni gönlümden “Sordum sarıçiçeği” geçiyordu…

Dua etmek tüm cemaat gibi beni de hem susattı. Ellerini göğe açmış Meryem Ananın ve Lübnan’ın bayrağında ki simgesi olan “Cedrus libani” çam ağaçlarının serin gölgesi altında bir kenarında akan okunmuş suyu ile susuzluğumu gideriyor geldiğim gibi teleferikle aşağıya iniyor önüme gelen ilk dolmuşa atlayıp “Biblos’a, İncil’in doğdu balıkçı kasabasına yöneliyorum.

Biblos, Türkçe karşılığı ile İncil… İncil’in Beyrut’un 85 km doğusunda bir balıkçı kasabasında doğduğuna inanılıyor. Bugün çok güzel restorasyonları yapılmış bir dizi kaya evlerin olduğu turistik bu mekânda Rahibe Okulu “College Saint Jean Marc” görünce artık kafam attı. Her an her yerde bir din yaklaşımını olduğu bu topraklarda ruhum yeterince doymuştu da, bu dünyaya beni getiren güç, yaşamam adına günde en az 3 defa yapmazsam yok olacağım aksiyonu yerine getirmemi, güzel bir yemeği kendime bahşetmemi bekliyordu.

Bunu için Biblos limanındaki deniz ürünleri ve balık lokantaları doğru bir seçim. Güneşin ikindi sonrası sıcaklığı ve günün yorgunluğunu ardından bol ahtapot ve bol zeytinyağlı karidesli Akdeniz salatasını bir bira eşliğinde mideme indiriyor ve kendime geliyorum…

2. birayı devirdiğimde, İncil ruhuma girdi mi bilemeyeceğim ama bu şehirde her adım başı bir din yetiştirme merkezini gördüğümden bazen fazla dinin bile adam usandırdığını söylemeden edemeyeceğim. Neredeyse 24 saattir koşuşturduğumdan yaslandığım şezlongda Akdeniz rüzgârları eşliğinde biraz kestiriyorum.

Uyandığımda dinlenmiştim ama hava daha kararmamıştı. 2 saatlik bir yolculukla kendimi Beyrut’un gece hayatının merkezine Monet Street’e atıyorum.

Lübnan sanki var olma nedeni bu. Eğlence… Arap yarım adasının ve Ortadoğu’nun kendi iç dinamikleri gereği kendi bölgelerinde çılgınlık yapamayan tüm zenginleri soluğu benim gibi bu Monet Street’te alıyor. Gizli barlardan, ünlü Abdel Wahab lokantasına kadar her türlü çılgınlığın yaşandığı jaz, rock, pop eğlence merkezlerinin tek ortak noktası kapılarda ki arabalar ve ceplerdeki paralar. Hemen hemen tüm barların kapılarında Hummer, Jaguar, Porche’dan geçilmiyor.

Özel ve Lübnan Hava yolarını saymazsak sadece THY’nin günde 3 sefer yaptığı, bu şehirde ne kadar Türk görebileceğinizi artık anlatmama gerek yok. Ancak birkaç barda gördüklerimi birkaç kadeh sonra unuttuğumdan anlatamayacağım ama kendimi gündüzden ayarladığım eski bir Hamra otelinin pek de temiz olmayan yatağına bırakıyor ve sabaha kadar deliksiz bir uyku çekiyorum.

Sabah kahvaltım çanta şeklinde Beyrut simidi ve biraz süt. Merkezden bindiğim bir dolmuş beni şehir dışındaki bir meydana bırakıyor.

Bugün 30 senedir ülkemde devam eden gizli iç savaşın gerisindeki destek merkezi haline geldiğine inandığımız, çevresindeki kızgın çölün kuraklığından ve tuzlu Akdeniz havasından kendi koruyabilmiş, 1100 metrelik dağları ile çevrilmiş 200 km’lik Bekaa Vadisini acaba beni içine çekiyor

Bekka vadisinin orta yerinde bir yerde bizim Efes gibi olmasa da yakın denebilecek büyüklükte bir Antik kent var. Akdeniz, çölden kendisini çevreleyen dağlarla korumuş Bekaa vadisinde Bealback bölgesi bugün Hizbullah yönetiminde. İçimde biraz endişe yok değil. Hani Cizre’den ileriye Şırnak’a gitmek biz de ne kadar endişe verici ise buralarda yaşam benzer yapıda.

Akdeniz havzasında etkin olmaya çalışan Hizbullah’ın tişört ve buzdolabı magneti sattığını görmek de tabiî ki bu kapitalist dünyada Müslümanlığından diğer dinerin peşi sıra geldiğini göstergesi gibiydi. Ama gene de eski köy ve kasabalarda geçerek bindiğim minibüs tarzı dolmuş ile 2,5 saatte Bealback’e geliyorum.

Antik kent bizler için pek bir bildik olsa da Mezopotamya’dan Nil yataklarına yapılan göçleri sonra Nil yataklarından vaat edilen yeşil topraklara dönüş mücadelesini ve bugün hala süren savaşın nedenleri bu çöl içindeki kıymetli yemyeşil toprakları gördüğümde, savaşların coğrafi yaşam ile olan bağlantılarının ne kadar anlamlı olduğunu anlamamız adına güzel bir yolculuk oldu.

Sıra sıra meyve ağaçlarının arasından bölgenin en iyi patatesi ve her şeyden önemlisi 1001 çeşit besin elde edilen üzüm bağlarına bakınarak Bealback gidiyor sonrada bir şarap içeyim diye Ksara ilçesine yöneliyorum.

Ksara Bekaa’nın batısında. Tüm Bekaa’da gezinirken şalvarlı uzun saklı Hizbullah yandaşları ve her köy girişinde Hizbullah’ın resimleri ile karşılaşırken, Ksara’ya girişine dikilmiş 4 metrelik haç buranın yönetim şeklini ve yaşam biçimini gösteriyor.

Ksara, Hizbullahın elde edemediği bir Bekaa kasabası ve ünü dünyaya yayılmış Ksara şarabının yapıldığı belde. Şarap mahzenlerini gezdiren güzel kumral bayanlar tur sonunda birkaç şişe satabilmek için tur esnasında birçok şarap denetmeyi ihmal etmiyorlar

İsa’nın şarabını gibi kutsal olmasa da masa üzerine koydukları bir kâse içindeki okunmamış buğday ekmekleri ile şarapları tadarken vücudum yeni bir uykuya hazırlanıyor.

Uçağım akşam 9’da ve kendimi Beyrut’a bir an önce atmam lazım. Zira Beyrut trafiği İstanbul trafiğinden pek de hatırı sayılır gerilikte olmadığından, Ksara’dan 1,5 saate Havaalanına geliyorum. Ama hala 2 saatim var. Ne yapayım diye elimdeki haritaya bakınırken havaalanını deniz tarafındaki bir golf Kulübü dikkatimi çekiyor. Dolmuş şoförüne Golf kulübüne gitmek istediğim söyleyince adam beni bir şey zannetti birden. Ve hiç itiraz etmeden kapısını kadar getirdi.

İçeri girebileceğimi zannetmiyordum ama Beyrut'ta her kapıyı açan USA dolarları burada da işe yaradığından yemyeşil bir bahçe içinde geniş bir olimpik havuz kenarında Beyrut da yaşayan kentin ileri gelenleri ile beraber havuz girip kendime geliyorum.

Bu gezimin her anı içimde bir endişe yaratmış olsa da diğer Ortadoğu gezilerimden pek de farklı değildi. Ortadoğu’nun yaşam sitilini ve bekli de hiçbir zaman sakinleşmeyecek yapısını görmek, anlamak ve bu farklı değer yargılarına değer vermek çok da kolay değil. Ama Ortadoğu insanın dünyanın birçok yerinde pek de göremeyeceğimiz yaşama dört elle sarılması onu doyasıya yaşanması kanlı, canlı ayakta kalma arzu, bu arzu adına hepsi aynı kapıya çıksa da adları Yahudilik, Hıristiyanlık, Müslümanlık dinlerinin alt kategorilerinde onlarca farklı mezhepte farklı çatılar altında tek Tanrılı dine tutunmasını görebilmek her zaman adrenalini yüksek bir yer olduğunu hissetmek güzeli.

Vaat edilen topraklara ulaşmış olmamın, onun suyundan, yeşilinden, etinden ve Adem ile Havva meyvesi üzümünden tatmanın huzuru ile uçağıma biniyor bir sonraki gezim için gözlerimi kapatıyorum.

Nisan 2012