Ürdün

Bulamadım. Tüm aramalarıma rağmen bulamadım peyniri...

Binlerce yıl, onlarca toplumlara barınak olan yaşam alanı artık yok gibi. İbrahim Peygamberin çocukları Mezopotamya’yı terk ederken bin yıllar sürecek kuraklığı biliyordu da, zulümden kaçayım, Mısırı terk edeyim diyen Musa ve kavimleri bunu nasıl bilemeden bu vaat edilen kutsal topraklara tekrar geri geldiler bilemedim.

Ürdün’ü, Amman’ın bir aşağısı birde yukarısı var diye iki ye bölersek, iki günümüzü yukarıda, iki günümüzü de aşağıda geçirdik. 1.250 km yaptık bu güzergâhta. Ama Peynir bulamadık. Sebzede yoktu. Meyvede...

Biraz muz, biraz elma, biraz portakal var olsa da, ülkeyi çevreleyen çöl ve kurak topraklar, yaşamı her an zorlaştırmakta. Çölde, taş kum arasında sebze yetiştirmek için damlalıkla su vermek bir hasta kediyi ağzından şırınga ile beslemek gibi.

Nasıl olsa çöl kumu, renkleri bozacak diye hiç bir evin nerede ise hiç boyanmadığı, ya da bir kaçının çöl sarısına boyandığı Amman’da, tek renkli yapı I.Kral Hüseyin’in yaptırdığı cami. Tek bir geniş kubbeden oluşmuş, etrafı mavi mozaikler ile kaplanmış. Camiinin içini ise, pekte özenilecek bir hali yok.

İstanbul yedi tepeye kurulmuş denir ya, Amman’da onlarca tepe üzerine geniş bir alana yayılmış bir şehir. Çok kalabalık gelmedi bize. Çok karışık da değil hani. Sadece kurak bir alan üzerinde onlarca sert vadiler içine kurulmuş, yolların her an indiği ya da her an çıktığı bir şehir.

Gece hayatı, erkeklere özel bir kaç gazino yanı sıra ailecek de gidilebilecek alışveriş mekânları yaratılmaya başlanmış. Antik Roma Şehri, Amman’ın merkezinde yerini almış ara sıra bizim gibi gelen ziyaretçilere göz kırpıyor.

Yeni restore edilmiş Amfi tiyatro ve odeon tepesinde çocuklar koşturuyor. Kara çarşaf yok gibi. Ama ortada pek kadın da var denemez. Var olanlar anneannem usulü başörtülü. Daha haşama, baş bağlama sitilleri pek gelişmemiş. Dünya İslami modasını izleyebilecek ekonomik düzenekleri pek yok gibi. 

Ayrıca şu anki Kralları, II.Kral Hüseyin de İslami akımlara biraz köstek oluyor gibi. Ne kadar olabilecek göreceğiz hep birlikte gelecek yıllarda.

Bize Ortadoğu’nun İsviçre’si gibi geldi. Pek ete süte bulaşmadan, gelişmiş dünyanın büyük ağabeylerinin sözünü dinleyerek yaşamını sürdürmeye çalışıyor gibi. Amman-Akabe arasında yapılan bazen üç gidiş, üç geliş olan parasız “Desert Highway” ülke insanının pek ilerisinde gibi. Hani başka birileri istemiş, hatta başka birileri kendileri gelip giderken kolaylık olsun diye yapmış. Herhalde ödeme parasını da Ürdünlünün gelecek yüz yılını ipotek ederek yapmışlardır. Tam da bilemeyeceğim ama bilen var ise söylesin.


Amman’dan yüz Km kadar yukarı çıkıp Jerash antik Roma kentine doğru yola çıktığımızda karşımıza bir Efes çıkabileceğini pek düşünmemiş idik. Burası şimdilik Ürdünlüler için pek bir şey ifade etmiyordu. Ama gene de güzel bir kazı ve koruma yapılmış. Gezerken bir süre sonra bu antik kentinde Ürdün turizmine daha iyi hizmet vereceği günlerin çok uzak olmadığını düşünüyoruz.


Muhteşem demesem de, güzel ve birçok yapısı ayakta kalmış bir Antik Kent. Ama turistler için bir giriş, bir kabul alanı yoktu. Çok çişim gelince, benden nasibini aldı maalesef. Gerçi kenara yaptım. İnsan olduğumu düşünerek ve bir WC bulamamanın ezikliği ile yaptım...

Tevrat’ı okurken içim cız etmiş idi. Musa ve halkının, onca yorucu ve yıldırıcı yıllar sonunda ulaşmaya çalıştıkları, “Vaat Edilen Kutsal Topraklara” ulaşacakken, Lut gölü kenarında ki bugünkü adı ile “Nebo Dağında” ölmesi ve bir de bunu Tanrının, Musa’yı cezalandırması sonucu olduğunu okuduğumda içim cız etmişti.

Halkını bu kutsal topraklara getirmenin huzuru ile Lut gölü kenarından halkına seslenip, uzaklarda ki Kudüs’ü hedef göstermesi ve işte yaşayacağınız topraklar demesi ve ardında eklemesi.

Tanrıdan şüphe etmeyin. Onun varlığına duyacağız her bir şüphe, sizin ve sizin çocuklarınızı cezalandırılmasına yetecek kadar ağır bir günahtır...

Kendisi kırk yıllık yolculuk esnasında iki defa düştüğü bu aciz durum üzerine, Tanrı, Musa’yı görevini yerine getirmiş olmasının hazzı ile Nebo dağında Azrail ile buluşturmuş. Bugün onun adına bir kilisede bu yaşam ve hikâyeler gizliden anılıyor. Nebo dağındaki bu Sinagog, Musevi vatandaşları için en hüzünlü ve duygusal kutsal mekânlardan biri.

Yol, dağdan kıvrıla kıvrıla aşağıya Lut gölünün yanına inerken, artı yüzlü metrelerden eksi yüzlü metrelere geçişi yaşamak, insanlığın eksi dört yüz metrede de yaşayabildiğini görmek, Himalayaların zirvesine çıkamasak da, dünyanın yaşanabilir en alçak noktasına gelmiş olmanın sevinci ve şaşkınlığını içimizde birlikte yaşatıyordu.

Şimdi denizlerin dört yüz metre altındayız. İçim bir an korku sardı.


Mısır’dan kaçan, Musa’yı izleyen Firavunun askerlerinin, Kızıl Denizde boğulduğu gibi hani birden uzaklardaki Kızıl Deniz tekrar coşacak ve bugüne kadar yaptığımız günahların acısını çıkarmak için üzerimize kapanacak gibi geldi. Etrafıma bakınıyorum, gölü çevreleyen dağlara aşıp da gelen bir Kızıldeniz var mı diye.

İçim ürperdi birden. Tanrının olduğu yerde korkunun olması, sevginin olduğu yerde kıskançlığın olması ne kadar tuhaf!

Lut gölü etrafında ki düzlüklerde yeşermiş bir kaç tarla, seralar ile çevrilmiş bir kaç bahçe sanki Ürdün’ün tek besin merkezine geldiğimizi hissettirdi bize. Gerçi yukarılarda, Jerash’dan daha ileride Suriye yakınlarında, İrbit çevresinde kutsal topraklar, buralardan daha yeşil, ama gene de böyle hissettik işte...


İnsanın yüzerken batmadığı, okyanustan yedi kat daha tuzlu Lut gölünden ağır ağır geçtik. Bir kaç yerde halk denize giriyor. Koca göbekli Ürdün erkeleri, eski Kumburgaz günlerini anımsattı bana. Sağa, sola çekmiş arabalarda ıslak şortlarını değiştiren, karnı acıkınca bir parça soğan biraz ekmek biraz da mangalda keçi eti ile açlığını bastıran onlarca erkek denize giriyor. Kadınlar azdı. Var olanlar kalabalık ailelerin birer parçası olarak kocaları ve çocukları ile biraz daha özel alanlarda yemek yapıyorlardı.

Bir düzlükte duruyoruz. Evden getirdiğimiz Dardanel ton konservelerini açıp, yol üzerindeki bir fırından aldığımız sıcacık ince ekmekleri mideye indiriyoruz.

Hava kararmaya başlamış, dolunay yavaş yavaş yerini alıyor. Sağımızda Lut gölü, solumuzda sarp sıra dağlar...


Bu gece eksi dört yüz metreden artı sekiz yüz elli metreye Petra Harabelerine çıkacağız. Güneşi, sarp geçitlerden geçmeden batırmayalım diye göl kenarında lokmaları hızlı hızlı boğazımıza dizerek yiyoruz.

Sarp dağlara sarmaya başladığımızda, buralarda terör olmadığına seviniyor, Tunceli ve Batman vadilerine girememenin, Cizre’den ileriye, Cudi dağına tırmanamamanın acısını içimizde hissediyoruz. Ama yol uzundu ve Aralık ayında günlerin kısalığına güneş de yenik düştüğünden zirveye tam varmıştık ki dağların arkasından kayboluyor.


Sürekli inen ve sürekli çıkan “King Highway’’ üzerinden gidiyor, biraz olsun sarp dağlardan uçurumların kenarından geçerken bu güzel yeryüzü şekillerini görmüş olmanın mutluluğunu yaşıyoruz.

Yolda, her kavşaktan sonra yanlış sapmadığımızı teyit etmek için bir köylüye yolumuzu sora sora akşam sekiz civarları Perta’ya giriyoruz.

Güzel bir otel seçmişiz. Türk hamamına girmesek de istenildiğinde girilebilecek kadar temiz, akşam yemekleri tabak tabak yenilebilecek kadar güzel ve lezzetli, gece mışıl mışıl uyunabilecek kadar rahat pufi yatakları olan üç yıldızlı Amra oteli (http://www.amrapalacepetra.com) bize iki gece ev sahipliği yapacak.


Sabah, bir gün öncenin verdiği yorgunluktan, erkenden kalkmadan rahat kadar uyanabildik. Bizim ufaklık bile doğduğundan bu yana ilk defa dokuza kadar uyudu... Güzel bir kahvaltı sonunda bizim Kapadokya’daki gibi kaya evlerini, “Petra Harabelerini” gezmeye başlıyoruz.

 Geniş bir yol ile başlayan yürüyüşümüz, uzunluğu iki km’yi bulan genişliği ise yer yer üç, dört metreye kadar düşen bir yarık içinden devam ediyor. Bazen güneşi o kadar uzun süre görmüyorduk ki, yürürken terlediğimizi için çıkardığımız tüm polarları ve atkıları tekrar giyiyoruz. Her türlü korunmaya rağmen bazen kanalda esen sert rüzgâr iliklerimize kadar bizi donduruyor.

Hazine binası kanalın sonunda öğle güneşi altında hafiften görülmeye başlandığında içimizdeki üşüme ürpertisi yerini heyecanın ürpertisine bırakıyor.

Birden karşımızda yirmi, otuz metre yüksekliğinde devası bir kaya bina görünce dilimizi yutmadan yutkunuyoruz. Hem heyecanımız, hem de üşümemiz artık geçmiş, yerini beş bin yıl önce yapılmış devası kaya binalarına bakan şaşkın ördekler gibi aval aval bakınmasına bırakmıştı. Başka bir kanal ile çok geniş bir araziye açılan Petra harabeleri ve tapınakları, Yedi Dünya Harikasından biri olma hakkını çoktan hak ettiğini gösteriyordu.

Geniş açıklık bitmişti. Petra Manastırı ise sekiz yüz basamak yukarıda, kıvrılarak bir uçurum kenarından geçerek gidiliyor. Ben son dokuz km’lik yolda ufaklığın bazen içinde uyuduğu, bazen tepindiği bebek arabasını, kâh taş, kâh kum üzerinden buraya kadar getirmenin (tabi ki ekibin diğer üyelerinin desteğini unutmadan) yorgunluğu ile aşağıda kalma kararı veriyorum. Ekibin diğer iki üyesi yorgunluklarına yorgunluk katmak için Manastıra doğru tırmanmaya başlıyorlar.

Hem de üç Ürdün dinarına, vadi başında yüzleri ve elleri sert rüzgârdan kararmış çocuklar ile bekleyen eşek üzerinde çıkmak yerine yürüme cesareti eşliğinde.

Ben aşağıda biri on- on iki aylık diğeri dört-beş yaşında, bir diğeri onlu yaşlarını geçmiş üç çocuğuna, bakmak için bir kaç parça yöresel taş, çöl lalesi, deve kemiğinden yapılmış incik boncuk, nereyi kazsan herkesin bulacağını düşündüğüm eski paraları satarak yaşamını geçirmeye çalışan bir anneyi seyre dalıyorum

Anne ve çocukları, bu soğuk coğrafyada içimde dostane bir sıcaklık yayıyorlar.
İklim’in o ana kadar uyuyor olması, karşımdaki bir yaşında yürümeye yeni başlamış, çıplak ayaklı ve tek kazaklı, kirli suratlı ama gözlerinin içi gülen çocuk için çok değişikti.

Bizim ufaklık ise altında bir külotlu çorap üzerine bir eşofman, sırtında bir boğazlı, bir bisiklet yaka iki kazak, üzerinde bir mont, başında bir şapka ve boynunda bir atkı ile uyurken tabi ki çıplak ayaklı Ürdünlü İklim’e uzaylı gibi bakıyor olmasına şaşırmamam gerekiyordu.

Çocuk, İklim’in orasını, burasını çekiştirerek onu uyandırmaya çalışırken bir yanda da kıkır kıkır gülüyor.

Hiç karışmadım hiç birine... Ara sıra annesi yapma gibi bir şeyler dese de, benim gülmeme ve onları izlememi ve kendi ufaklığının, bizim ufaklık ile iletişim kurmasını sonun da o da kabul ediyor.

Üç-beş dakika sonrası ortanca kardeş işe karışıyor. Abisinin hedefi biraz daha büyük. Bebek arabasının lastikleri ve alt kısımda bulunan pırıl pırıl yağmurluk ile arabanın önüne bağlı olarak sarkan ufacık bir oyuncak bebeğe gözü takılmış, tüm bütün bunların ne olduğunu anlamaya çalışıyor.

Sanki Peru’da Nasca yerleşimindeki uzaylıların yaptığı iddia edilen yer şekillerine bakan yerli halk gibi bu ufaklık da bizim bebek arabasına öyle bakıyor ve uzay aracına yanaşmaya çalışan UFO görmüş insanlar gibi iki adım yanaşıyor sonra bir adım geri kaçıyordu.

Böyle böyle, bebek arabası, bazen bir yaşındaki ufaklık, bazen abisi tarafından ite kaka sallandığından İklim uyandı. Cin gibi gözlerini açtığında hiç de uzaylılar gibi “Hey dünyalı biz dostuz” filan demeden aniden dikilip iki çocuğa kıkırdayarak bakıp arabadan inmek ve kendine uzanan iki eli tutmak istiyor, ama astronot gibi şişmiş kıyafeti buna izin vermiyordu.

Onların anladığını zannetmiyorum ama ben çok güldüm bu iki farklı duruma. Astronotu arabasından, ay pardon uzay aracından indirip, çıplak ayaklı Dünyalının yanına koyduğumda, Ürdünlü bebek biraz korkmaya başlıyor. Dönüp annesi, bununla oynasam mı, diye teyit almak istercesine bakıyor.

Neyse ki birbirlerine çabuk alışıyorlar.

Çöl kumu üzerinde abisinin getirdiği çöl taşları ile bir şeyler yapmaya, yerdeki çakılları hep birlikte İklim ayakkabıları ile Ürdünlü çıplak ayakları ile itelemeye başladığında hepsinin çocuk olduğunu görmek güzel bir duyguydu


Yanımda bulunan bir bisküvi açarak hep birlikte yemeğe başlıyoruz. Bunu gören büyük abla, tezgâhtan aldığı deve kemiğinden yapılmış bir kolyeyi bizim ufaklığa hediye ediyor. Ben de onlara arabada asılı duran bebeği veriyorum. Hep birlikte, anneleri de ara sıra sümüklerini yiyen ufaklıklarına bir şeyler söyleyerek bir saat kadar oynuyorlar.

Kolyeyi para ile almak istediğimden birazda ihtiyaçları olduğunu düşündüğümden, birde bugünün onlarda da bir anısı olmasını arzu ettiğimden para vermek istedim. Önce para almak istemediler. Sen de bebek verdin dedi ortanca abinin elindeki İklim’in oyuncağını göstererek. Israr ettim biraz teşekkür ederek ihtiyaçları olduğu gerçeğini unutmadan kabul ediyor anne. Gözleri gülerek, günün bir kazancı olduğunu düşünerek…

Ayrılırken birbirlerine ne söylediler bilmiyorum ama konuşmayı bilmeseler de iki bebek bir birine “Avu, agu, cavu” gibi bir sürü şey mırıldandılar.

Akıllılarda kalacağını zannetmiyorum bu yaşadıkları bir saatin içlerin de, ruhlarının bir köşesinde bir his olarak kayda girdiğinden adım gibi eminim. Belki bir gün, mutlu bir şekilde tekrar açığa çıkar bu içlerinde ki bu his. Belki de hiç çıkmaz. Bilemem. Ama umarım...

Esra ile Tardu indiklerinde yeterince yorulmuşlardı ve hep birlikte taşlı tozlu yoldan bebek arabasını, bazen İklim inip ben kendi arabamı ittireceğim dediyse de indirmedik onu,  sürerek kan ter içinde otele geldiğimizde tek isteğimiz vardı. Sıcak bir banyo ve iyi bir yemekti.


Otelde isteğimizin fazlasını buluyoruz. İki bardak güzel bira, tüm yorgunluklarımızı unutturuyor bize. Hem de Ürdün’de...

Son gün. Yol daha da heyecanlanacak ve daha da uzun olacak. Bugün beş yüz Km yapacağız. Hem Wadi Ram çölünde gezineceğiz hem de Akabe bir akşam yemeği var planda. Bu neden ile Petra’dan erkenden ayrılıyoruz. Yine hem ine, hem çıka vadileri aşarak Amman-Akabe arasındaki meşhur “Desert Highway’e” bağlanıyoruz.

İleride uzanan uçsuz bucaksız çöl bizleri bekliyor. Wadi Ram sapağından saparken benzinimizin bitiyor olması adrenalinimizi biraz daha yükseltiyor olsa da otuz km’lik yolu gider geliriz deyip Wadi Ram çölünün başına, ama kara yolunu da sonuna geliyoruz. Yirmi kadar evden oluşmuş köy de tek geçim kaynağı, bizim gibi gelen turistleri çölde birkaç saatlik turlar ile gezdirmek. İster 4x4 Jeep, ister 2x2 develer olsun her türlü macera arayanlara bir hizmet var burada. Bizde de Jeep var ama o çöle girecek g..t olmadığı için altmış $ bayılıp kendimize neşeli bir rehber ve süper eski bir Toyota jeep kiralayıp çöle dalıyoruz.

Sonsuzluğu ve sessizliği anlamanın en güzel yerlerinden birisi çöl. 


Kumlar üzerine, gelen geçene, kavurucu güneş altında içecek satılır diye kurulmuş birkaç Bedevi çadırı kenarın durmadan geçiyoruz. Bir yarım saat kadar sarı Wadi Rum çölünde gezinip dönüşte, Rehberimiz çadırlarda durmak isteyip istemediğimizi soruyor. Olur diyor ve iniyoruz kumların üzerine. Çadır önüne serilmiş bir kilim köşesinde bir tahta fıçı üzerine sıra sıra ölmüş akrepler bizi karşılıyor. Kimi siyah kimi sarı, Sarı derken az kahverengi gibi. Esra hemen İklim’i kucağında sıkı sıkı sarıyor. Deve sütü içiyoruz ilk defa burada. Tardu bir yerel gazozu Esra ise bildik Kolayı tercih ediyor.


Gezi sonunda, geçtiğimiz bataklık kumlar üzerinde kalmış patinaj yapan birkaç araç gördükçe ve rehberimizin adrenalimizi arttırmak için daldığı dar kayaklar içinde vadiyi gezdirdikçe, kendi jeepimizi kullanmadığımıza çok seviniyor ve rehbere verdiğimizi parayı da gönülden helal ediyorum.


Hani derler ya “Şansız Bedeviyi çölde kutup ayısı düzer.” diye. İşte vallahi doğru olabilir bu. Kendi aracınla bilmeden bir girdin mi buraya, neresi güney, neresi kuzey, neresi doğu, neresi batı anlayabilene aşk olsun. Güney diye Kuzeye yönlenip bir kutup ayısı ile karşılaşmamak elde değil gerçekten. Neyse ki şansız Bedevi değilmişiz de rahat bir gezi yapıyor ve arabamızı bıraktığımız yere geliyoruz.

Güzel ve heyecanlı iki saatlik çöl turunda, amortisörleri kasnak olduğundan her zıplamamız sonunda oturduğumuz sert koltuğa düştüğümüzden popolarımız ağarmaya başladığından, jeep’in arkasında ayakta geliyoruz Ve arabanın ön kaputu üzerinde, açtığımız konservelerimiz ile karnımızı doyuruyoruz.

Biraz dinlenip ver elini Akabe...

Akabe, dalma tutkunlarına Mısır’dan sonra Kızıl Denizde bir başka dalıp merkezi. Dalmak bize çok gelir deyip, baktık ama kızıl değil de pırıl pırıl onan sahilinde güzel bir tur attıktan sonra kendimizi bir balık lokantasına atıp hani denize ismini veren kırmızı Mercan balıkları ile bir güzel karnımızı doyuruyoruz

Tabi ki önceden içtiğimiz süper zengin ve lezzetli balık çorbasını anlatmasam herhalde iyi olur...
Karnımız tok, sırtımız pek olmanın mutluluğu ile varlığımıza ve bize sunulan bu güzellikleri yaşamamıza neden olan her türlü olguya teşekkür ederek, gelecek şansların hem bizim, hem de tüm Ürdünlülerin olmasını dileyerek, üç yüz otuz Km’lik Akabe-Amman yolculuğumuza başlıyoruz.
Dört saat süren ve bazen gidiş geliş altı şeritli olan “Desert Highway’de” rahat bir yolculuk yaparak Amman Queen Alia Havaalanına geldiğimizde, yaşadığımız mutluluklarla sıcak bir Ürdün hissi eşliğinde bir sonrakine bir başka yolda olmak dileği ile İstanbul uçağına biniyoruz.

Aralık 2007